Anadolu’da Kürt Alevi bir dağ köyü. Elin ayağın buz kestiği karlı bir Şubat ayında, çocuk doğurmaktan bitap düşmüş bir kadın on birinci çocuğunu dünyaya getirmek için günlerce ölümle pençeleşir, en azgınından doğum sancıları çekerek. Kara bir kız gelir dünyaya.
İnsan ait olduğu toplumun parçasıdır. Kişiliği, kimliği ve yaşam macerası öyle şekillenir. Bu küçük, kara kızın yaşam macerası da öyle şekillenecektir.
Daha o doğmadan babası Almanya’ya işçi olarak gitmek zorunda kalır. 1970’ler o köyden ve Anadolu’nun dört bir yanından birçok insanın yurtdışına işçi olarak gittiği yıllardır. Yurtdışına, özellikle de Almanya’ya işgücü göçü dalga dalga devam edecektir. “Gurbetçi” kavramı hayatın bir parçası olur. Türküler yakılır gurbetçiler üzerine, romanlar yazılır, filmler çekilir.
“Alamancı” olmak
“Alamancılar” diye bir sosyal kesim oluşur. Alamancılar lira yerine mark sahibidirler, bu nedenle zengindirler. Oysa “Alamancı”nın kızının ailesi hiç de zengin değildir. Uzun yıllar anlayamayacaktır neden kendilerine böyle davranıldığını.
Herkesin öykündüğü “Alamancı” olmanın pek de matah bir şey olmadığını sezse de bundan kimseye bahsetmek istemez. Nasılsa anlamayacaklardır onu. Ne babasının Almanya’yı sevmemesini, ne de gelen markların ödenen bedellerin karşılığı olamadığını.
Küçük kız yıllar sonra büyüyüp siyasetin içine girince fark edecekti aralarında babasının da olduğu göçmen işçiliğinin ne demek olduğunu ve sorunlarını. Üstelik kendisinin de bunun parçası olduğunu.
Türkiye’de sosyalist mücadelenin yüksek olduğu yıllardır 1970’ler. Sosyalizm Anadolu’nun bu küçük köyüne de ulaşmıştır. Sosyalizmle tanışması kolay olur, nasılsa “sosyalist bir köyde” doğmuştur.
Alevi olmak
Sekiz yaşına geldiğinde Sivas kentine taşınırlar. Şehirdeki insanlar onlara benzemez. Başka bir dil konuşup, başka bir tanrıya inanıyorlardır. Okula kaydedilir. Okulda konuşulan dili kırık dökük çözse de, tam anlayamaz, derdini anlatamaz. Utanır. Horlanır, dışlanır. Okulda mümkün olduğunca konuşmamaya karar verir. İlk yıl teneffüslerde ablalarıyla dolaşır, arkadaşlarıyla değil. Anlayamadığı bir fark vardır okuldakilerle arasında.
Zaman böyle şeyleri sorgulayacak zaman değildir. Türkiye’de siyasal iklimin en sert olduğu yıllardır. 12 Eylül 1980 askeri darbesi olmuş, sosyalistler cezaevlerine tıkılmış, sokaklarda öldürülmüş, dışarıda olanlarsa canlarını kurtarmak için saklanmanın derdine düşmüştür.
12 Eylül’ün faşist rejimine ve İslâmcılığın hüküm sürdüğü bir şehirde (1993’teki Madımak katliamı da bu şehirde olacaktır) aldıkları tehditlere direnerek hayatta kalma mücadelesi verecektir ailesi. Evde sıkı sıkı tembihlenir çocuklar, “Aman okulda Alevi-Kızılbaş olduğunuzu söylemeyin” diye. Arkadaşları sürekli “Alevisiniz” diyerek aşağılayıp dövmeye çalışırlar. Bunlardan evdekilere bahsetmez küçük kara kız, ama öfkelidir, suskun da kalmaz. Dayaksa dayak, küfürse küfür. İlkokul yılları solcu ve Alevi olmanın ne demek olduğunu anlamakla geçer. Çok sonraları ortaokul ve lise yılları özgüveni tam, kendini bulmuş bir genç kadının direnişi olarak anımsanacaktır.
1987’de geçim kaygısıyla İstanbul’a göç edilir. İstanbul Sivas gibi değildir. Büyüktür, renkli ve göz alıcıdır. Daha özgürlükçü bir siyasal atmosfer vardır. Orada hayatının değişeceğine inanır. Öyle de olur.
1988-89 yıllarında devasa işçi eylemleri patlak verir. Hayatında ilk kez eylem görür, yürüyüş kortejinin arkasına takılır, daha İstanbul’u bile tanımadan, ailesinden gizleyerek sosyalist mücadeleye katılır. Aradığını bulmuştur. Ama ne yazık ki, işçilerin mücadelesi hazin bir şekilde yenilgiyle sona erer. Ancak, liseli gencecik kadının bundan böyle sürecek aktif mücadelesi bu yıllarda başlamış olur.
Kadın olmak
Aynı dönemde, gazeteci Duygu Asena’nın “Kadının Adı Yok” adlı kitabı yayımlanır. Kitap kısa sürede onlarca baskı yapar. Ülke kadın hakları, kadın erkek eşitliği tartışmalarıyla çalkalanır. Genç kadın feminizm diye bir kelimeyle tanışır. Hayatında ilk kez duyduğu bu kelimeyi aklının bir köşesine yazar. Kitabı alır ve okur. Kitabın anlattıkları ona yabancı gelmez. Kitabın yazarı olan kadın da evde baskı altındadır, özgürlüğüne ancak üniversiteye gidip meslek sahibi olarak kavuşur. “Özgür olmak istiyorsam, ben de üniversiteye gitmeliyim” diye karar verir.
Kürt olmak
1990’lara geldiğinde üniversiteli bir kadındır ve bu dönemde Kürt olma bilinci oluşur. Ülkede yeni bir sert iklim başlar. Sosyalistlerin, Alevi-Kızılbaşların sokak ortalarında, gözaltlarında, cezaevlerinde öldürüldüğü, katliama uğradığı 1980’lerin ardından, 1990’lar Kürtlerin katledildiği yıllardır. Faili meçhuller, gazete binalarının bombalanması, köy yakmalar, köy boşaltmalar, devlet baskısıyla zorunlu göçler bu dönemin sıradan uygulamalarıdır. Aleviler katliamlara uğrar (1993 Sivas Madımak katliamı, 1995 İstanbul Gazi-Ümraniye katliamları), sosyalistler evleri basılarak gözaltında işkencede kaybedilirken, Kürtler kent ve köylerde en ağır baskılarla, katliamlarla hayatlarından bezdirilmeye çalışılır.
Feminist olmak
Tüm bunlar yaşanırken üniversiteli genç kadın feministleşecek, devlete, sermayeye karşı verdiği mücadelenin yanı sıra feminist bir kadın olarak erkek egemenliğine karşı da mücadele sürdürecektir. Hayat bir yandan daha da karmaşıklaşırken, öte yandan taşlar yerine oturacaktır. Dünyayı kurtaracak sosyalist mücadelenin yanı sıra, ulusal mücadelenin anlamını kavrayacak, hepsinden ötesi, “Kadın doğulmaz, kadın olunur” şiarıyla sosyalist ve ulusal mücadele içindeki ayrımcılık da dahil her yerde cinsiyetçilikle mücadele etmeye başlayacaktır.
1990’lı yılların sonlarına doğru, devlet Alevi-Kızılbaşlara, Kürtlere ve komünistlere karşı tam gaz şiddetini yükseltmiştir. Bu yıllarda, genç kadını toplumsal aidiyetlerinin şifrelerini çözecek, o güne dek verdiği mücadelede siyasetin öznesi olarak tüm alanlarda kendisini, ait olduğu sınıfı, cinsiyeti ve kimliklerini, tarihsel arka planıyla fark edecek, bilinç yükselmesi yaşayacaktır. Tüm bunların yanı sıra, çocukluğundan beri hep zihnini kemiren bir kelime vardır: Koçgiri. Sonunda bir gün cesaretini toplayarak bir daha sorar: “Baba Koçgiri’de ne oldu?”. Babası irkilir, ama tüm engelleme çabalarına rağmen siyasetten uzaklaşmayan kızının sorusuna bir uyarıyla cevap verir: “Kızım sen devleti bilmezsin”. Başka da bir şey demez. O güne dek kızı devletin ceberrut yüzüyle defalarca karşılaşmıştır, sonrasında da karşılaşmaya devam edecektir, ama susulan, anlatılmayan Koçgiri tarihini araştırdıkça babasının ne demek istediğini iyice anlayacaktır.
Koçgirili olmak
Koçgiri, Sivaslı Kürt Alevi aşiretlerinin üzerinde yaşadığı coğrafyadır. Cumhuriyet kurulmadan önce 1919 ve 1920 yıllarında bağımsız Kürdistan sloganıyla ortaya çıkmış ilk Kürt isyanının adıdır. Bu isyanı önemli kılan bir diğer unsur Kürt kimliğinin yanı sıra Alevi-Kızılbaş kimliğini de sahiplenip yükseltmiş olmasıdır. Mustafa Kemal tarafından vahşetle bastırılan isyanı Koçgirililer uzun yıllar dile getirmek dahi istememiş, susarak devletin gazabından korunmaya, gelecek nesillerin aynı gazabı yaşamasını engellemeye çalışmışlardır.
Devlet kendisi için tehlikeli bulduğu toplumsal kesimleri çeşitli kodlarla şifrelemiştir. Onlar tehlikelidir ve yok edilmelidir. Bu kodlardan biri de 3K’dır: Kürt, Kızılbaş, Komünist. Kahramanımız bu 3K’nın yanı sıra, ayrımcı devletin listesinde bir kadın ve kara bir tarih olarak Koçgiri isyanının hafızasına sahip bir Koçgirili olarak fazladan 2K’ya daha sahip olacaktır. Devletin tehlikeli bulduğu 5K genç kadını var eden beş temel unsur olacaktır.
Türkiye Cumhuriyeti tıpkı ardılı olduğu Osmanlı İmparatorluğu gibi tarihi boyunca Alevi-Kızılbaşlara, Kürtlere, komünistlere özel imha politikaları uygulamıştır. Genç kadın da bu alanda payına düşeni alacaktır.
Yazar olmak
1990’lı yıllardan itibaren içinde yer aldığı aktif mücadelenin önemli bir ayağını yazmak oluşturacaktır. “Yazmak bir siyasal eylemdir” diye düşünecek ve yazmaktan asla vazgeçmeyecektir. Sosyalist ve feminist dergilerde uzun yıllar editörlük yapacaktır.
2000’li yılların sonundan itibaren Türkiye’de kadın olmayı, özellikle sosyalist ve Alevi kadın olmayı araştıracak, bu alanlarda kitaplar yazacaktır. Şimdilerde dördüncü kitabı için çalışmaktadır.
Türkiye’de sorun yaşayan, demokrasi, eşitlik ve özgürlüğe ihtiyaç duyan tüm toplumsal kesimler onun bedenini oluşturan uzuvlarıdır. Dışarıdan ahkâm kesmek, başkasını kurtarmak ya da ne kadar demokrat olduğunu ispatlamak için siyaset yapmaz. Ait olduğu toplumsal kesimlerin ceberrut devletin zulüm politikalarından kurtulması için başka şansı olmadığından siyaset yapar. Yazarak ve eylemlerle hayatı değiştireceğine inanır.
Sekiz yaşında okula kaydının yapıldığı sırada eğitimin ilk yarıyılı bitmek üzeredir. Dili tam bilmediğinden peşinen tembeller sırasına oturtulmuştur. Önündeki kitaba bakar, yazanlardan bir şey anlamaz. Hırslanır, ikinci dönemin sonu gelmeden okumayı söker. Okumayı söktüğü, yazmayı öğrendiği andan itibaren okumayı ve yazmayı bir an olsun bırakmaz.
Okuma yazması olmayan annesi onun bu hevesini fark eder ve ona kitaplar alır. Kalabalık ve yoksul aileler için kitap almak lükstür, ama o hep kitaplarla çevrili olacaktır. Annesi sürekli tembihleyecektir “Kızım oku” diye. Bu sözü kulağına küpe yapacaktır küçük kara kız.
Hâlâ iki milyondan fazla kadının okuma yazmasının olmadığı bu cinsiyetçi topraklarda bir kadının tüm zorluklara rağmen hayatını yazarak kazanmasının nasıl bir “ayrıcalık” olduğunun farkındadır. Bunu hiç unutmaz. Kendisine bu yolda destekleyen herkesi minnetle anar.
İnsan doğduğu toprağa, iklime benzerdi. Nasıl benzemesin ki? O da kendi toprağına ve iklimine benziyordu. Üzerlerine yığılı kayaları çatlatarak o yarıktan fışkıran kır çiçekleri kadar narin, onlar kadar ısrarcı ve dirençli olacaktı ona yaşam hakkı tanımayanlara karşı.
Şimdilerde kurucularından olduğu Halkların Demokratik Partisi’nde yönetici olarak siyasal mücadelesini sürdürüyor. Feminizmse hiç vazgeçmeyeceği eşitlik, özgürlük bayrağı.